Bilir misiniz tarla kuşunu?
Sabahları, ötmeleriyle ünlüdürler. Melodik sesler
çıkartırlar ve canları ne zaman istiyorsa o zaman ötme özelliklerine
sahiptirler. Erkekleri uçarken öter; böylece dişilerin dikkatini çekmeyi amaçlarlar.
Toprak rengine sahip oldukları için avcılar tarafından “hayalet kuş” olarak da
tanımlanırlar.
En belirgin özellikleriyse ötme vakitlerini kendilerinin
belirliyor oluşudur. İnsanı, insanlaştıran da, tarla kuşu gibi özgür
olabilmesi; kime yapılırsa yapılsın, haksızlığa karşı koyabilmesi iradesine
sahip olabilmesidir. Bu nedenle teşbihte hata olmasın, bazen tarla kuşu gibi
hesapsız olmak, bizi daha çok insanlaştırabilir.
Gelelim meramımıza…
Varlıklarını, karşıtlarının olumsuzluğu üzerine inşa eden
milliyetçiliklerin yan yana geldiği ilginç bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. “Kurucu önder” övgülerinin havada uçuştuğu; başına ödül konanların
konuşmalarının neredeyse bütün ekranlardan evimizin içine kadar girdiği bu
ilginç tarihsel dönemeçte, çok insani isteklere ise kulağını tıkayan bir
iktidar ile karşı karşıyayız.
Barışmak iyidir; aynı masanın etrafına toplanıp,
çözülebileceği açıkça belli olan meseleler için kırk yılı aşkındır akan kanın
durmasına kim itiraz edebilir?
YASALAR, EVRENSEL HUKUK İLKELERİNİN IŞIĞINDA YAPILIYORSA…
Öte yandan hayatın, birbirinden yalıtılmış vagonlardan
ibaret bir eylem olmadığı da açıktır. Kandil’e inşa edilen merdivenden inip,
kurulan barkovizyondan hepimize seslenenlerin aynı merdivenleri çıkıp, gözden
kaybolmaları, yeri yerinden oynatmadığına göre aksayan lösemi tedavisini
dışarıdan yürütebilmesi için Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık’ın serbest
bırakılması da, zor geçen hamileliğinde eşinin yanında olmak isteyen İmar Daire
Başkanı Ramazan Gülten’e izin verilmesi de yeri yerinden oynatmaz.
Ne işe yarar?
Vicdanları rahatlatır.
Vicdanları rahatlatmak, insanlığın evrensel birikiminin
gereğidir.
Hukukun evrensel ilkeleri, o birikimi simgeler.
Halil Cibran, “yasa yapmaktan zevk alıyorsunuz ama onları çiğnemekten daha çok zevk alıyorsunuz” diye yazıyor; örneğini de şöyle
veriyor:
“Okyanus kıyısında oynarken özene bezene kumdan şatolar yapan, sonra da kahkahalar atarak onları yıkan çocuklar gibi. Siz kumdan şatolar yaparken, okyanus kıyıya daha çok kum taşıyor, siz şatolarınızı yıkarken de okyanus sizinle birlikte kahkaha atıyor. Gerçekten de, okyanus hep masumlar için atar kahkahasını.”
Sonra sormaya devam ediyor:
“Yaşamı bir kaya, yasayı da kayada kendi suretlerini kazımak için kullandıkları bir keski olarak görenler hakkında ne demeli? Ya boyunduruğuna âşık olup, ormanların geyiğini ve karacasını yoldan sapmış serseri yaratıklar sayan öküz hakkında ne demeli?”
Ne denilebilir ki boyunduruğuna aşık olanlar için?
Bizim ona yüklediğimiz anlamın ötesinde anlamlara sahip
olabilir hayat fakat asıl önemli olan adil olup olmadığıdır.
Nazım’ın şu dizeleri anlatır meramımı:
“ölümün adil olması için
hayatın adil olması lazım”
HAYATI ADİL HALE GETİREN DE, ÇEKİLMEZ HALE GETİREN DE…
Adalet, ilginç bir süreçtir; bir yanıyla hukuk kurallarıyla
diğer yanıyla yasalarla ilintilidir. Hukuk kuralları evrenseldir; her yerde,
her koşulda geçerli ve insanlığın tarihsel birikiminden süzülüp gelir. Yasalar
ise genel kanaatin aksine görecelidir; dün yasaların çizdiği çerçevede suç
kabul edilen bir eylem, yarın, özgürlük kuramının içine yerleştirilebilir.
Bugün genel geçer kabul edilen bir edim, bir başka gün uygulanamaz hale
gelebilir.
Hukukun evrensel kurallarından biri “masumiyet karinesi”dir. “Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur” anlamına gelir. Yasanın uygulayıcısı,
pekâlâ sübjektif davranıp diyebilir ki “öyle ama kanaatimize göre suçu sabittir”.
İki yaklaşım arasında dağlar kadar fark vardır ve biz genellikle birincisine
özenir, ikincisiyle muhatap oluruz.
Toplumsal vicdanı yaralayan da bu ikircikli haldir.
Bakın Türkiye’ye; özellikle de CHP’li belediyelere yönelik
operasyonlar, “masumiyet karinesi”ni ötelemiş, vicdanları yaralayan bir seyir
izler hale gelmiş durumdadır. Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan
Bahçetepe’nin tutuklanması, buna örnektir. Bu yaklaşım, daha da ileri gitmiş;
Manavgat’ta belediye meclis üyelerinin tutuklanmasına ve böylece sayısal
üstünlüğün AKP-MHP ittifakına geçmesine yönelik bir operasyona dönüşmesinin
amaçlandığını görüyoruz.
Suç varsa, gereği yapılmalı ama “suç” adı altında bir
operasyona dönüşmesi kabul edilemez. Erdoğan’ın okuduğu şiiri suç kabul eden
kakafoniden, operasyonları, belediye yönetimlerine ele geçirmenin aracına
dönüştüren yaklaşımın karşısında durulmalıdır.
Bu çerçevede Ahmet Türk’ün ilkesel duruşu, öne çıkartılmalı;
evrensel ilkelerin önemine vurgu yapılmalıdır. Türkiye, gücü yetenin değil,
hukukun evrensel ilkelerinin uygulandığı bir ülke olabilmelidir. Kayyımlar
devam ederken, Türkiye Kürt sorununu bütün yönleriyle serbestçe konuşabilir mi?
Açıklığı, şeffaflığı ve katılımcılığı ilkesel bir hale getirmeden, kamunun
olanaklarını kimin, nasıl kullandığını bilmemiz olanaklı mı? Kamunun yetkisini
devrettiğimiz insanların kamunun üstünde bir güce dönüşmesinin nedeni de,
evrensel ilkelerden uzaklaşıp, günübirlik çıkarların peşine koşuşturmak değil
midir?
Cibran, güneş ve gölge örneğini verir. Hiç kuşkusuz, güneş
varsa, güneşin önünde duran nesnenin gölgesi de olur ama Cibran’ın dikkat
çektiği gibi arkanıza aldığınız güneşi, yalnızca bir gölge oluşturucu olarak
görmek, ne büyük yanılgıdır.
Peki güneşi önümüze alırsak ne olur?
İşte o zaman gerçeğe dönmüş oluruz.
“Önce şu sorunu çözelim, sonra diğerine bakarız” demek, çok büyük yanılgıdır. Bütün sorunların
çözümünün ortak anahtarı, insanlığın biriktirdiği evrensel ilkelerdir. O
ilkelere sahip çıkabilirsek, bütün sorunlarımızı çözebilecek irademizi
sergilemiş oluruz.
Yurttaşa, gerçeğin bir yönünü
göstererek, gelecek planlanamaz. Cibran’ın dediği gibi “davulun sesini susturabilir, lirin tellerini gevşetebilirsiniz ama tarlakuşunu kim alıkoyabilir şakımasından?”
